The Gods Must Be Crazy (Tanrılar
Çıldırmış Olmalı)
Yapım
Yılı: 1980
Yazan
Yöneten Yapan: Jamie Uys
Oyuncular:
N!xau, Sandra Prinsloo, Marius Weyers
Çekildiği
Yer: Kalahari Çölü (Botsvana, Namibya, Güney Afrika)
Buşmanlar Afrika’nın Kalahari çölünde yaşayan geleneksel bakımdan toplayıcı-avcı bir kültüre sahip, yaklaşık 22 bin yıldır yaşam tarzlarını değiştirmeyen geniş aileler şeklinde gruplanan kabileler halinde yaşayan halktır. Uys’a göre dünyanın en mesut insanlarıdır: “suç yok, ceza yok, şiddet yok, yasa yok, polis yok ya da patron yok.” Doğanın verdiklerinden başka sahip oldukları bir şey olmadığından mülkiyet kavramları yok çünkü sahip oldukları tek şey doğa. Modern toplumlar kendisini çevreye uyarlamayı reddetmiştir. Bunun yerine çevreyi kendilerine uyarlamışlardır. İnsan kendisine o kadar vahşi bir ortam yaratmıştır ki içinde yaşayabilmesi için okulda 10-15 yıllık eğitim alması gerekir. (Okul yaşama hazırlanmayı yabancılaştırmakta, böylece öğrenciler gerçek eğitimden ve yaratıcılıktan yoksun bırakılmaktadır. Okul, öğrenmeye ihtiyaç duymayı öğreterek, hayatın yabancılaştırıcı kurumlarına hazırlık yapmaktadır. Bu ders bir kere öğrenildiğinde, insanlar bağımsızlaşmaya ve özgürleşmeye yönelik dürtülerini kaybederler. Ivan D. Illich)
Modern
insanın bu “çılgın” temposundan uzakta doğanın verdikleriyle yetinen,
dillerinde nefret kıskançlık vb duyguları karşılayan kelime bulunmayan Buşman
halkının hayatı uçaktan düşen bir kola şişesiyle değişir. Uçakları kuş,
çıkardıkları gürültüyü ise tanrıların karnının guruldaması sanan kabile için
camdan yapılmış boş kola şişesini bulmak hayatlarının en ilginç anıydı.
Kola
şişesini önce tanrıların bir hediyesi olarak düşündüler. Çünkü pek çok işte
kullanabiliyorlardı. (Bitki köklerinden su çıkarmak, yılan derisini
düzleştirmek, müzik yapmak vb.) Fakat
çok önemli bir problemleri vardı. Tanrılar yalnızca bir tane şişe
yollamışlardı. Buşman halkının ilk defa paylaşılamayan bir şeyi vardı. Bu durum
onlarda sahiplenme hissi ve paylaşmama isteği gibi duygular doğurdu. Sonrasında
gelen öfke kıskançlık nefret ve şiddete doğal sonuç diyebiliriz.
Yaşananların kendilerine aykırı şeyler olduğu
fark eden buşmanlar tanrılardan şişeyi geri almalarını istediler. (Şişeyi
havaya fırlatıyorlardı.) Ama şişe hep geri döndü.
Bu kötü şeyden (filmde; evil thing) kurtulmak için kabilenin reisi Xi onu
dünyanın sonundan atmak için yola çıkar.
Bu
yolculuk sırasında ilk defa halkından başka insanlarla karşılaşan Xi için
yaşadığı her şey bir macera, (bir çobanın keçisini avlayıp –paylaşmayı teklif
etmesine rağmen!! hapse atılması, isyancı terörist grupla karşılaşması, ilk
defa beyaz bir kadın görmesi –ona göre dünyadaki en çirkin yaratık) izleyenler
içinse bir komedi unsuru olmuştur.
Filmin
sonunda türlü maceraların ardından şişeyi dünyanın sonundan (yüksek bir
yamaçtan aşağıya) atan Xi kabilesine geri döner.
Toplum
sözleşmesi teorisyenlerinin (Hobbes, Rousseau, Locke) fikirlerinin aksine
Buşmanlar 22 bin yıldır güvenlik, eşitlik için bir devlete, herhangi bir
iktidara ihtiyaç duymamışlardır. Hobbes’un; bireyin
ve toplumun özü kavga, savaş, güvensizlik ve kaostur sözünü 22bin yıl
boyunca dillerinde savaş diye bir kelime bulundurmayarak çürütmüşlerdir.
Rousseau’nun: her insanın herkesle
birleşerek bütün bireylerden üstün olması (devlet) sayesinde doğadaki kadar
özgür olma anlayışına inat küreselleşmeden medeniyetten kısaca
kapitalizmden uzakta “gerçek” doğa durumunda yaşayarak herkesten özgür ve
herkesten mutlu olduklarını ispat etmişlerdir. (ABD toplumuna “prozac toplumu”
denildiğini göz önünde bulundurduğumuzda medeni insanların ne kadar mutlu
olduklarını anlarız!)
Locke’nin:
“mülkiyeti düzenlemek ve korumak için
ölüm cezası ve dolayısıyla bundan daha az şiddetli cezalar verebilen yasalar
koymak bu yasaları uygulamak ve devleti yabancıların işleyeceği zararlardan
esirgemek için topluluğun gücünü kullanmak, bütün bunları da yalnızca kamunun
iyiliği uğruna yapmak hakkı” olarak tanımladığı siyasal iktidar kavramı
onlar için bir anlam ifade etmez. Çünkü buşmanların mülkiyet kavramı yoktur. Bu
da şiddet diye bir şeyin olmamasına sebeptir. Bu sayede suç ve sonucunda ceza
da yoktur. Suç olmadığı için suçlu da onu yakalayacak poliste yoktur, olmayan
suçluyu yargılayacak bir hâkimin olmaması da gayet normaldir.
Devlet kötü olduğunu
(bünyesinde hangi ideoloji olursa olsun) yaptırımlarındaki standartlarıyla
belli eder. Bireylerinin her birinin özgün ve bağımsız olduğunu asla kabul
etmez oysa insanı standartlar değil gündelik uygulamalar mutlu eder. Doğanın en
zorlu arenalarından birinde (çölde) yaşayan Buşmanların avladıkları hayvanlara
şükran duymaları, sürekli gülmeleri, oyunlar oynamaları hayatlarını bağımsız
bir biçimde kendilerinden başka hiçbir şeye itaat etmeden yaşamalarının sonucudur.
Henry
David Thoreau’nun: “En iyi hükümet hiç
hükmetmeyendir.” sözünü doğrular
nitelikte yönetici sınıfları olmadığı için yöneticilerin ihtiraslarından
uzaktırlar.
Dünyaya
hakim olduklarını düşünen insanlar, kendileri gibi düşünmeyen insanların yaşam
tarzlarını (veya alanlarını) bir şekilde ellerinden almışlardır. Bu geçmişte
rezervasyonla ilk elden gerçekleşirken şimdilerde “mcdonaldlaşmayla” dolaylı
olarak gerçekleşiyor.
Dünyadaki
pek çok insanın küreselleşmeyle standartlaştırılması kendi benliklerinin
ruhlarının duygularının tahribatına özgünlüğünü kaybetmesine sebep olur. Yakın
zamana kadar ‘farklı olan dışlanır’ mantığı varken artık ‘farklı olan yoktur’
sorunsalı göz önündedir. Aynı şeyleri giyen, yiyen, izleyen, okuyan global
köyümüz dünyamızda farklı gerçekten çok “farklı” bir kelime.
The
Gods Must Be Crazy (Tanrılar Çıldırmış Olmalı) filminde de küreselleşmenin
belki de en minimal ürünlerinden birinin (boş bir kola şişesi) bizim bildiğimiz
hiçbir şeyi bilmeyen, bizim bilmediğimiz pek çok şeyi bilen bir kabilenin
hayatını nasıl değiştirdiğini görürüz. Şişe yüzünden daha önce hissetmedikleri,
hissettikten sonra hissetmek istemedikleri duyguları yaşadılar; öfke kıskançlık
nefret ve şiddetle modern insana benzediler kendilerine yabancılaştılar.
Kalahari Çölü'nün avcı- toplayıcı kabilesi iz sürme
konusundaki yetenekleri üst düzeydedir; birbirlerinin yüzlerini görmeleriyle
ayak izlerini görmeleri arasında teknik açıdan bir fark yok. Botsvana hükümeti
bu insanların nasıl oluyorsa 20 bin yıldır tehdit oluşturmadığı yaban hayatı
şimdi tehdit ettiklerini düşünüyor ve " sağlık, eğitim gibi sosyal
haklardan yararlansınlar." şeklinde acayip hümanist sebeplerle bu bölgeden
ayrılmalarını istiyor. Son yıllarda izinsiz ve aşırı avlanma gibi gerekçelerle
yakalanan ve işkenceye maruz kalan yerli sayısının hızla arttığı, aynı zamanda
kabilenin su kaynaklarının tahrip edildiği söyleniyor. Kalahari Çölü'nün
dünya'nın en büyük elmas yataklarından birine sahip olması tabiatın çocuklarının
özgürlüklerinin sonuna yaklaştıklarını göstermekte. Toplumsal sözleşmenin
aksine haklarını devrettikleri bir devlet olmadığı halde devletin kolluk
güçleri şiddete başvurarak onları yaşadıkları yerden uzaklaştırmaya çalışmakta
oysa onlar şiddete o kadar uzaktırlar ki kabilenin iki erkeği tartışmaya
giriştiğinde, kadınlar zehirli okları adamların bulamayacağı yerlere saklıyor
birbirlerine zarar vermesinler diye.
***N!xau
hakkında kısa bilgi: (1943-2003) Filmin başrol oyuncusu olan yerli halktan
N!xau yönetmen Jamie Uys tarafından keşfedildi. Tanrılar Çıldırmış Olmalı
serisinden sonra bir süre daha oyunculuk yapan N!xau daha sonra eski işi
çobanlığa geri dönmüş ve ömrünün sonuna kadar Kalahari Çölünde kalmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder