8 Aralık 2012 Cumartesi

TANRILAR ÇILDIRMIŞ OLMALI ÜZERİNE

BUŞMAN’IN TANRILARLA İMTİHANI


The Gods Must Be Crazy (Tanrılar Çıldırmış Olmalı)
Yapım Yılı: 1980         
Yazan Yöneten Yapan: Jamie Uys
Oyuncular: N!xau, Sandra Prinsloo, Marius Weyers
Çekildiği Yer: Kalahari Çölü (Botsvana, Namibya, Güney Afrika)






 Jamie Uys’un 1980 yılında senaryosunu yazıp yönettiği The Gods Must Be Crazy (Tanrılar Çıldırmış Olmalı) adlı film Afrika’da yaşayan yerli halk buşmanların hayatına komedi harmanlı belgesel tadında bir yapıt.
 Buşmanlar Afrika’nın Kalahari çölünde yaşayan geleneksel bakımdan toplayıcı-avcı bir kültüre sahip, yaklaşık 22 bin yıldır yaşam tarzlarını değiştirmeyen geniş aileler şeklinde gruplanan kabileler halinde yaşayan halktır. Uys’a göre dünyanın en mesut insanlarıdır: “suç yok, ceza yok, şiddet yok, yasa yok, polis yok ya da patron yok.” Doğanın verdiklerinden başka sahip oldukları bir şey olmadığından mülkiyet kavramları yok çünkü sahip oldukları tek şey doğa. Modern toplumlar kendisini çevreye uyarlamayı reddetmiştir. Bunun yerine çevreyi kendilerine uyarlamışlardır. İnsan kendisine o kadar vahşi bir ortam yaratmıştır ki içinde yaşayabilmesi için okulda 10-15 yıllık eğitim alması gerekir. (Okul yaşama hazırlanmayı yabancılaştırmakta, böylece öğrenciler gerçek eğitimden ve yaratıcılıktan yoksun bırakılmaktadır. Okul, öğrenmeye ihtiyaç duymayı öğreterek, hayatın yabancılaştırıcı kurumlarına hazırlık yapmaktadır. Bu ders bir kere öğrenildiğinde, insanlar bağımsızlaşmaya ve özgürleşmeye yönelik dürtülerini kaybederler. Ivan D. Illich)
 Modern insanın bu “çılgın” temposundan uzakta doğanın verdikleriyle yetinen, dillerinde nefret kıskançlık vb duyguları karşılayan kelime bulunmayan Buşman halkının hayatı uçaktan düşen bir kola şişesiyle değişir. Uçakları kuş, çıkardıkları gürültüyü ise tanrıların karnının guruldaması sanan kabile için camdan yapılmış boş kola şişesini bulmak hayatlarının en ilginç anıydı.
 Kola şişesini önce tanrıların bir hediyesi olarak düşündüler. Çünkü pek çok işte kullanabiliyorlardı. (Bitki köklerinden su çıkarmak, yılan derisini düzleştirmek, müzik yapmak vb.) Fakat çok önemli bir problemleri vardı. Tanrılar yalnızca bir tane şişe yollamışlardı. Buşman halkının ilk defa paylaşılamayan bir şeyi vardı. Bu durum onlarda sahiplenme hissi ve paylaşmama isteği gibi duygular doğurdu. Sonrasında gelen öfke kıskançlık nefret ve şiddete doğal sonuç diyebiliriz.
 Yaşananların kendilerine aykırı şeyler olduğu fark eden buşmanlar tanrılardan şişeyi geri almalarını istediler. (Şişeyi havaya fırlatıyorlardı.) Ama şişe hep geri döndü. Bu kötü şeyden (filmde; evil thing) kurtulmak için kabilenin reisi Xi onu dünyanın sonundan atmak için yola çıkar.
Bu yolculuk sırasında ilk defa halkından başka insanlarla karşılaşan Xi için yaşadığı her şey bir macera, (bir çobanın keçisini avlayıp –paylaşmayı teklif etmesine rağmen!! hapse atılması, isyancı terörist grupla karşılaşması, ilk defa beyaz bir kadın görmesi –ona göre dünyadaki en çirkin yaratık) izleyenler içinse bir komedi unsuru olmuştur.
 Filmin sonunda türlü maceraların ardından şişeyi dünyanın sonundan (yüksek bir yamaçtan aşağıya) atan Xi kabilesine geri döner.
 Toplum sözleşmesi teorisyenlerinin (Hobbes, Rousseau, Locke) fikirlerinin aksine Buşmanlar 22 bin yıldır güvenlik, eşitlik için bir devlete, herhangi bir iktidara ihtiyaç duymamışlardır. Hobbes’un; bireyin ve toplumun özü kavga, savaş, güvensizlik ve kaostur sözünü 22bin yıl boyunca dillerinde savaş diye bir kelime bulundurmayarak çürütmüşlerdir. Rousseau’nun: her insanın herkesle birleşerek bütün bireylerden üstün olması (devlet) sayesinde doğadaki kadar özgür olma anlayışına inat küreselleşmeden medeniyetten kısaca kapitalizmden uzakta “gerçek” doğa durumunda yaşayarak herkesten özgür ve herkesten mutlu olduklarını ispat etmişlerdir. (ABD toplumuna “prozac toplumu” denildiğini göz önünde bulundurduğumuzda medeni insanların ne kadar mutlu olduklarını anlarız!) 
 Locke’nin: “mülkiyeti düzenlemek ve korumak için ölüm cezası ve dolayısıyla bundan daha az şiddetli cezalar verebilen yasalar koymak bu yasaları uygulamak ve devleti yabancıların işleyeceği zararlardan esirgemek için topluluğun gücünü kullanmak, bütün bunları da yalnızca kamunun iyiliği uğruna yapmak hakkı” olarak tanımladığı siyasal iktidar kavramı onlar için bir anlam ifade etmez. Çünkü buşmanların mülkiyet kavramı yoktur. Bu da şiddet diye bir şeyin olmamasına sebeptir. Bu sayede suç ve sonucunda ceza da yoktur. Suç olmadığı için suçlu da onu yakalayacak poliste yoktur, olmayan suçluyu yargılayacak bir hâkimin olmaması da gayet normaldir.
Devlet kötü olduğunu (bünyesinde hangi ideoloji olursa olsun) yaptırımlarındaki standartlarıyla belli eder. Bireylerinin her birinin özgün ve bağımsız olduğunu asla kabul etmez oysa insanı standartlar değil gündelik uygulamalar mutlu eder. Doğanın en zorlu arenalarından birinde (çölde) yaşayan Buşmanların avladıkları hayvanlara şükran duymaları, sürekli gülmeleri, oyunlar oynamaları hayatlarını bağımsız bir biçimde kendilerinden başka hiçbir şeye itaat etmeden yaşamalarının sonucudur.   
 Henry David Thoreau’nun: “En iyi hükümet hiç hükmetmeyendir.”  sözünü doğrular nitelikte yönetici sınıfları olmadığı için yöneticilerin ihtiraslarından uzaktırlar.
Dünyaya hakim olduklarını düşünen insanlar, kendileri gibi düşünmeyen insanların yaşam tarzlarını (veya alanlarını) bir şekilde ellerinden almışlardır. Bu geçmişte rezervasyonla ilk elden gerçekleşirken şimdilerde “mcdonaldlaşmayla” dolaylı olarak gerçekleşiyor.
 Dünyadaki pek çok insanın küreselleşmeyle standartlaştırılması kendi benliklerinin ruhlarının duygularının tahribatına özgünlüğünü kaybetmesine sebep olur. Yakın zamana kadar ‘farklı olan dışlanır’ mantığı varken artık ‘farklı olan yoktur’ sorunsalı göz önündedir. Aynı şeyleri giyen, yiyen, izleyen, okuyan global köyümüz dünyamızda farklı gerçekten çok “farklı” bir kelime.
 The Gods Must Be Crazy (Tanrılar Çıldırmış Olmalı) filminde de küreselleşmenin belki de en minimal ürünlerinden birinin (boş bir kola şişesi) bizim bildiğimiz hiçbir şeyi bilmeyen, bizim bilmediğimiz pek çok şeyi bilen bir kabilenin hayatını nasıl değiştirdiğini görürüz. Şişe yüzünden daha önce hissetmedikleri, hissettikten sonra hissetmek istemedikleri duyguları yaşadılar; öfke kıskançlık nefret ve şiddetle modern insana benzediler kendilerine yabancılaştılar.
  Kalahari Çölü'nün avcı- toplayıcı kabilesi iz sürme konusundaki yetenekleri üst düzeydedir; birbirlerinin yüzlerini görmeleriyle ayak izlerini görmeleri arasında teknik açıdan bir fark yok. Botsvana hükümeti bu insanların nasıl oluyorsa 20 bin yıldır tehdit oluşturmadığı yaban hayatı şimdi tehdit ettiklerini düşünüyor ve " sağlık, eğitim gibi sosyal haklardan yararlansınlar." şeklinde acayip hümanist sebeplerle bu bölgeden ayrılmalarını istiyor. Son yıllarda izinsiz ve aşırı avlanma gibi gerekçelerle yakalanan ve işkenceye maruz kalan yerli sayısının hızla arttığı, aynı zamanda kabilenin su kaynaklarının tahrip edildiği söyleniyor. Kalahari Çölü'nün dünya'nın en büyük elmas yataklarından birine sahip olması tabiatın çocuklarının özgürlüklerinin sonuna yaklaştıklarını göstermekte. Toplumsal sözleşmenin aksine haklarını devrettikleri bir devlet olmadığı halde devletin kolluk güçleri şiddete başvurarak onları yaşadıkları yerden uzaklaştırmaya çalışmakta oysa onlar şiddete o kadar uzaktırlar ki kabilenin iki erkeği tartışmaya giriştiğinde, kadınlar zehirli okları adamların bulamayacağı yerlere saklıyor birbirlerine zarar vermesinler diye.
 

 ***N!xau hakkında kısa bilgi: (1943-2003) Filmin başrol oyuncusu olan yerli halktan N!xau yönetmen Jamie Uys tarafından keşfedildi. Tanrılar Çıldırmış Olmalı serisinden sonra bir süre daha oyunculuk yapan N!xau daha sonra eski işi çobanlığa geri dönmüş ve ömrünün sonuna kadar Kalahari Çölünde kalmıştır.
 






















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder